Türkiye’de Siyasal Egemenlik Krizi, Yargı Eliyle Baskı ve Dış Müdahalenin Gölgesinde Bir Demokrasi Çözülmesi

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu iddia etti. Ancak 2025’in Türkiye’sinde bu iddianın yalnızca resmi metinlerde kaldığı, fiili gerçekliğinse çok daha karanlık bir tablo sunduğu gün gibi ortadadır. Çünkü artık bu ülkede ne fikir özgürlüğü vardır ne hukuk güvenliği ne de halkın sandıktaki iradesi. Bugün ülkenin karışında hissedilen şey, sistematik bir sessizlik zorlaması, hizaya sokma pratiği ve irade mühendisliğidir.

Ümit Özdağ: 90 Günlük Sessizlik, Bir Akademisyenin Tutsaklığı

Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ, hiçbir resmi gerekçe gösterilmeksizin 90 gündür tutuklu. Ne bir mahkeme kararı ne bir delil ne de kamuoyuna sunulan ikna edici bir açıklama var. Hukuk değil, bir tür korku mühendisliği işletiliyor. Akademisyen kimliğiyle düşünce üreten bir siyasetçinin susturulması, yalnızca kişisel bir tasfiye değildir. Bu bir fikir tipinin –bağımsız, eleştirel, milliyetçi ve laik– sistemden dışlanmasıdır.

Özdağ’ın susturulması, siyasi yelpazenin belirli bir renginin tamamıyla karartılması anlamına geliyor. Bu yalnızca bir tutuklama değil; düşünce özgürlüğüne karşı ilan edilmemiş bir savaşın yeni cephesi. Bu cephenin adı: "Bize benzemeyeni sustur."

İmamoğlu Operasyonu: Bir Amerikan Senatörünün Ağzından Dökülen Hakikat

Geçtiğimiz günlerde bir ABD’li senatörün iddiası, Türkiye'nin egemenliğini sorgulayanları bir kez daha haklı çıkardı: “İmamoğlu operasyonunu Trump önerdi, Erdoğan uyguladı.” Bu iddia yalnızca bir diplomatik dedikodu değil; aksine, Türkiye’de iktidarın iç siyasetini artık hangi odakların yönlendirdiğini gösteren karanlık bir vitrindir.

İmamoğlu’na yönelik sistematik baskı, sadece muhalefeti zayıflatma çabası değil; halkın seçim iradesine doğrudan darbedir. Bu bir siyasi kıyımdır. Ve bu kıyımın yalnızca içeriden değil, dışarıdan da şekillendiriliyor olması; Türkiye'nin yönetsel bağımsızlığının, dış güçlere ihale edilmiş olduğunun açık bir göstergesidir.

Siyasetin Yönsüzlüğü: Her Güce Yanaş, Hiçbir Güce Ait Olma

Türkiye’nin dış politikasında görülen savrulmalar, içerideki otoriterleşmenin doğal uzantısıdır. Ne Batı'ya tam entegre, ne Doğu’ya mesafeli. Ne NATO’dan çıkabiliyor, ne üyeliğinin yükümlülüklerini yerine getiriyor. Ne Rusya’ya tam bağlanıyor, ne de ondan kopabiliyor. Çünkü iktidar için mesele; ilke, ideoloji ya da diplomasi değil, yalnızca günü kurtarma ve iktidarı devam ettirme arayışıdır.

Bu yönsüzlük, bir dış politikadan öte; bir devlet felsefesinin çöküşüdür. Egemenliğin halkta değil, o gün hangi güç dengesi baskınsa onda olduğu bir rejimin adıdır bu: "Kimin eli güçlüyse onun borusu öter."

Basın ve Akademi: Kalemin Kırıldığı Yer, Gerçeğin Gömüldüğü Alan

Basın özgürlüğü, bu ülkenin artık sadece nostaljik hatıralarından biri. Eleştirel gazetecilik ya sansürleniyor ya da cezalandırılıyor. Akademi ise kendi varlık gerekçesini inkâr eder hâlde; çünkü artık düşünce değil, sadece onay üretiyor. Üniversiteler bilgi değil, biat merkezlerine dönüşmüş durumda.

Bir ülkenin basını konuşamıyor, akademisi yazamıyor, siyasetçisi düşünemiyorsa; o ülke hâlâ var mıdır, yoksa sadece bir görüntü müdür?

Türkiye Kime Ait?

Bu ülke kime ait? Yargıya mı? Saraya mı? Bir Amerikan senatörünün stratejisine mi? Yoksa susan çoğunluğun korkusuna mı? Bu sorunun cevabını vermek artık yalnızca siyasetçilerin değil; aydınların, halkın, gençlerin ve susturulan herkesin boynunun borcudur.

Bu makale yalnızca bir eleştiri değil, bir çağrıdır.
Bu yazı bir isyan değildir, ama isyana yol açabilecek adaletsizliklerin kayıt altına alınışıdır.
Unutmayalım: Unutmak ihanettir. Hatırlamak direnmenin ilk hâlidir.

Sevgiler,

Leyla Yıldız Atahan / Gazeteci - Yazar